Home Manşet Eğitim Yazıları Dergisi Röportajı

Eğitim Yazıları Dergisi Röportajı

0

(Sadehayat.com)

İnsan Vakfı’nın 4 ayda bir yayınladığı Eğitim Yazıları dergisin 16. sayısında ‘Sağlık ve Aile’ konusunu ele alıyor. Konu hakkında derginin Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Mercan Sade Hayat Derneği Başkanı Faruk Günindi ile bir röportaj yaptı.

Sade hayat derneği nasıl kuruldu? Kurucu fikir nasıl ortaya çıktı ve yaşanan süreç nasıl gelişti?

Sade Hayat Derneği’nin kuruluşu uzun bir süreç oldu. Uzun zamandır hayatlarında sade, sağlıklı, doğal ve temiz olan şeyleri tercih eden duyarlı kişiler bir araya geldi. Bu insanların ortak özellikleri Dr. Aidin Salih hanımın tedavisini uygulamış, Gerçek Tıp kitabını okumuş ve -Allah’ın izniyle- şifa bulmuş insanlar olmaları. Uzun süre sade hayat fikrinin temelleri hakkında çalıştık; bu konuda bilgi sahibi birçok insandan yardım aldık. 2007 yılında dernekleşme fikri ortaya çıktı ve çalışmalara başladık. Bu hayat tarzının felsefesi doğrultusunda araştırmalar yapmak, bilgi toplamak, daha fazla bir araya gelmek ve bir arada olmak, birbirimize her konuda destek olmak ve sürdürülebilir bir iyilik yürütmek istedik.

Derneğin amacı ve esin kaynağı nereye dayanıyor?
Yaşadığımız zamanda gerçek bilgiye ulaşmak çok zor. Biz, ulaştığımız doğru bilgileri vakit kaybetmeden hayatlarımıza uygulamak istiyoruz. Kitaplarda kalan değerli bilgilerin günümüzde de yaşanabilir olduğuna inanıyoruz. Aslında savunmaya gayret ettiğimiz fikirler yeni şeyler değil.
Sade bir hayat yaşamanın en doğrusu olduğuna inanıyoruz. Doğal, temiz ve helal olan ürünleri kullanmanın bir tercih değil, bir gereklilik olduğunu düşünüyoruz.
Tüketici değil üretici olmayı destekliyoruz. İhtiyaçların yeniden tanımlanması ve ölçülü tüketim alışkanlıkları edinilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
İnsana, doğaya ve tüm sisteme zararı olan ürünleri, uygulamaları, hayat tarzlarını ve hatta fikirleri terk etmek gerektiğine inanıyoruz. Doğal üretim yöntemlerini desteliyoruz. Bu tür üretim yapan insanların tüketiciyle arasında bir iletişim sağlamaya çalışıyoruz. İnsanın kullandığı veya maruz kaldığı tüm ürünlerin, maddelerin ve teknolojilerin insan üzerindeki etkilerini araştırmanın, olumsuz etkilerine karşı farkındalık oluşturmanın ve bilgilendirmenin gerektiğini düşünüyoruz.
Bu konuda arkadaşlarımızda bilgi toplarken eskiden yaşamış birçok değerli âlimin kitaplarında aydınlatıcı, önümüzü açıcı çok değerli kılavuz bilgilere rastladık. Bize bu yolda yürüme cesareti verdiler. Ayrıca Gerçek Tıp kitabının yazarı, değerli Doktor Aidin Salih hanıma da özellikle teşekkür etmeliyiz. Kitabı, tedavisi ve seminerleri günümüzdeki sağlıklı ve doğru yaşama meselelerine nasıl bakmamız gerektiği hakkında bize çok önemli bilgiler verdi. Bize, çağımızda karşılaştığımız sorunlara karşı bir bakış açısı kazandırdı.

Sade hayatın tanımın yapar mısınız? Bu konuda insanlara neler tavsiye edersiniz?

Aslında bu tanım için çevremizde gördüğümüz bu hızlı, ölçüsüz, dengesiz, nefsi besleyen, bir bilinmeze doğru doludizgin giden hayat tarzına bakmak yeterli. Hepimiz, tüm insanlık görüyor ki bu gidiş hiç normal değil. Teknolojik gelişmeler ve sosyal değişimler insanın ve doğanın fıtratına aykırı. En doğrusunun aslında bunlardan uzaklaşabilmek olduğunu biliyoruz. Ancak alışkanlıklarımız bu cesareti gösterebilmekten bizleri alı koyuyor. Ama biliyoruz ki sahabe efendilerimiz böyle baksalardı hicret edemezlerdi.
Yaratılış kurallarına aykırı şekilde gelişen çağdaş hayat tarzının yanlışları uzun zaman önce her alanda ortaya çıkmaya, bir arıza vermeye başladı.
Bizler yüksek değerlere inanmış kişileriz. Hayatın bu zamanla sınırlı olmadığına inandık. İnsana ve diğer tüm yaratılmışlara karşı yaptığımız şeylerden sorumluyuz. Bu sorumluluğun gereklerini yerine getirmede kılavuzumuz, hayatımızın her alanında olduğu gibi Hz. Muhammed (s.a.v.)’dır. O, sade yaşardı. Hadis-i Şerifte şöyle buyuruyor: “Duymuyor musunuz? Duymuyor musunuz? Sade hayat imandandır? Sade hayat imandandır.”
Bizler maddi bağlarla dünyaya kayıtlıyız. Sahip olduklarımızla kendimizi bu âleme ait hissediyoruz. Fakat ne kadar sahip olduğumuzu hissedersek, aslında o kadar onun esiri oluyoruz. Sade yaşamak, bu maddi bağlarla aramıza mesafe koymakla başlıyor. İhtiyaçlarımızı yeniden gözden geçirerek sahip olmamız gerekenleri tekrar ele alıyoruz.
Ayrıca sade yaşamak manevi ağırlıklardan da kurtulmakla oluyor. İnsanın temel gayesini unutmaması gerekiyor. Gerçek mutluluğa ulaşabilmesi için benliğinin gösterdiği yönde gitmek yerine onu ıslah edip bu manevi yüklerden kurtulması, azla yetinmeyi, elinde olana şükretmeyi hatta başına gelene razı olmayı ve sabretmeyi öğrenmesi gerekiyor. Bunlar her zaman ve yerdeki insanın kalbinin tatmin olması için gerekli şeylerdir.

Türkiye’deki tıp’ın konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Sizce aşırı bir tutuculuk söz konusu mu?

Yurtdışında yaşayan tanıdıklarımız, orada görev yapan doktor arkadaşlarımız var. Onlarla bu konuyu konuştuğumuzda durumumuzu biraz daha objektif olarak değerlendirebiliyoruz. Çoğu zaman Batıdan gelen gelişmelere fazlaca sıkı şekilde bağlanılıyor, bu yeniliklerin gerektiğinden fazla şekilde sorgusuz kabul ediliyor. Yani kraldan çok kralcı olabiliyoruz. Son yıllarda artık market zincirleri değil hastane zincirleri kurulduğuna tanık oluyoruz. Büyük şirketler sağlık hizmetlerine girmeye başlıyor. Önceki sağlık şirketleri büyüyor. Basit bir mantık yürüterek diyebiliriz ki bu işletmeler daha fazla müşteri/hasta buluyor, daha fazla insan hastalanıyor ya da Moynihan ve Cassels’in Satılık Hastalıklar kitabında ortaya çıkardığı gibi yeni hastalıklar icat ediliyor. Birçok özel hastane son teknoloji ile üretilen tetkik cihazlarıyla reklam yapıyorlar. Bu ileri teknoloji ürünü aletler henüz yeteri kadar test edilmediğinden muhtemel zararları hakkında kimse bir şey bilmiyor. Aynen yıllar önce onaylanan ve şiddetle tavsiye edilen ama artık kesin zararları ortaya çıkan ilaçlar, aşılar, cihazlar gibi bu cihazların zararlı etkileri hakkında kesin bir şey söylemek henüz mümkün değil.
Türkiye’de tıbbi yaklaşımın bildiğim birçok batı ülkesinden daha tutucu olduğunu görüyorum. Hamilelik dönemindeki uygulamalar, ameliyatlar ve ilaç kullanımı birçok gelişmiş Avrupa ülkesinde hiç de bizdeki yöntemlere benzemiyor. Örnek olarak herkesin bildiği bir gerçeği ele alalım: Türkiye’deki ölçüsüz ağrı kesici ve antibiyotik kullanımı. Batıda, bu ilaçları ülkemizdeki sıklıkta ve kolaylıkta verilmesini onaylayacak bir doktorla henüz tanışmadım. Modern tıpta araştırma ve eğitim olarak ülkemizden ileride gözüken birçok Avrupa ülkesinde antibiyotik tedavisi en son başvurulması önerilen tedavilerdendir. Bunu bu şekilde ülkemizde görmemiz pek mümkün değil.
Antibiyotiklerin ve diğer sentetik ilaçların, hem üretimi, hem insan üzerindeki etkisi, hem de sonrasında doğada olan etkisi üzerine birçok çekince sebebi olan araştırmalar herkes tarafından biliniyor. İnsanlar daha içinden çıkılmaz sorunlara doğru gidiyor. Kanalizasyon yoluyla insanların kullandığı antibiyotikler sulara karışıyor. Ekolojik sistem derinden ve sinsice büyük bir zarar görüyor. İnsanlar, kendileri bir yana hayatları boyunca görüp bilemeyecekleri canlıların nesillerinin tükenmesine, katledilmesine ya da bozulmasına sebep oluyor.
Sentetik veya nano-teknolojik ilaçlar çok büyük bir sektör halini aldı. Bu endüstri de diğerleri gibi artık çevreyi ve insan sağlığını tehdit eder boyutlarda. Ancak bizler tarih boyunca yetişmiş büyük hekimlerin torunlarıyız. Bizler büyük bilgi birikimlerinin mirasçıları konumundayız. Ülkemizde yetişen birçok tıp doktoru eminim ki biraz da sahip olduğumuz değerli bilgilere yönelse bu ölçüsüz gidiş olumlu bir yöne doğru ilerleyecektir. Türk hekimlerinin sahip olduğumuz bilgi mirasına yönelmeleri, buradaki muazzam birikimi fark etmeleri bence an meselesidir. Eminim ki en azından meslek hayatlarına yeni başlayan birçok doktor kardeşimiz bu konularda yetişmiş hekim ihtiyacını görüp kayıtsız kalmayacaktır.
Böylece iyileşmek için gerekenlerin endüstriyel, insanı bir makine gibi gören, fıtri olmayan, insana ve diğer tüm yaratılanlara zararı dokunan tedavi yöntemleri olmadığı anlaşılır. İhtiyacımız olan sadece yaratılışa uygun olanı keşfe çalışmak ve bu şekilde tedavi olmaktır. Kâinat kusursuz bir denge ve ölçü ile yaratılmıştır. Her âlemin bir numunesini barındıran insanın da en mükemmel biçimde yaratıldığı ayet-i kerimede bildirilmiştir. O halde bu müthiş sisteme böylesine bir müdahale gerçek bir bilgi ve sorumluluk gerektirir. Bunun farkında olan bilge zat Hipokrat belki de bu yüzden “Önce zarar verme” ilkesini listesinin en başına koymuştur.

Tedavi denince sadece ilaç veya ameliyat mı akla gelmeli?

Elbette hayır. Tedavi aslında ilk önce rahatsızlığın sebebi hakkında kesin bilgiye sahip olmakla başlar. Bildiğim kadarıyla çağdaş tıpta sebebi kesin olarak bilinen hastalık sayısı çok az. Beni hayretlere düşüren eski hekimlerimizin üstün teknolojik teşhis aletleri olmadan hastalıklar ve tedavileri hakkında geçerliliğini hâlâ koruyan ciltler dolusu kitap yazabiliyor olması. Benim bu durumdan çıkartabildiğim sonuç, tedavi için hekimin ilk önce insan denen varlığı her yönüyle tanıyor olması gerektiğidir.
Hekim, hikmet gözüyle bakabilen bir kişi olmalıdır. Kendisine bir şikâyetiyle gelen kişiye hekim bir bütün olarak bakabilmelidir. Bence ancak böyle tam bir tedavi uygulanabilir. Hiçbir zaman gözü vücudun geri kalanından bağımsız bir organ gibi tanımlama fikrini anlayamadım. Dünyada her şeyin her şeyle ilgisi varken gözümdeki rahatsızlığın bedenimin başka bir yerindeki bir arızayla ilgisiz olamayacağı düşüncesi bana çok zayıf geliyor.
İnsanın muazzam bir biçimde yaratılmış bağışıklık sistemi hakkında doyurucu bir bilgiye ulaşıldığını söylemek de pek mümkün değil. Bu kusursuz sistem belki de doğru müdahaleyle her türlü rahatsızlıkla baş edebilecek kabiliyete sahiptir. Belki de en iyisi sadece bu sistemin çalışmasını kolaylaştıracak müdahalelerde bulunmaktır. Yani en doğrusunu söyleyen Resulullah (s.a.v.)’ın buyurduğu gibi: “Gerçek şafi Allah’tır. Hekim ancak avutur.” Bu hadis-i şeriften hekimin, hastalık sürecini hasta için kolaylaştıran ve süreci kontrol eden kişi olduğu tanımı çıkarılabileceğine inanıyorum. Yaptığımız birçok araştırmada büyük âlimlerin tıp ilmine bu açıdan yaklaştığını görüyoruz. O halde burada dikkat edilmesi gereken gerçekten önemli bir nokta var.
Günümüzdeki sentetik -yani doğal olmayan ilaçların hepsinde yan etkiler öngörülür. Demek ki bu ilaçlar tamamıyla zararsız değildir. O halde tam bir deva beklemek mümkün görünmüyor. Ortodoks tıbbında son 400 yıldır yapılan laboratuar deneyleriyle gelinen nokta ne yazık ki hâlâ insanın yaratılışına tam anlamıyla uyan, tamamıyla zararsız, bütünüyle hazmedilen ve vücuttan uzaklaştırılabilen bir sentetik ilaç üretememiştir. Bence bu bakış açısıyla böyle bir sentetik ilaç üretmek de mümkün değildir.
Yakın bir geçmişte üretilmeye başlanan nano-teknolojik ilaçların ise henüz verebileceği zararlar kestirilebilmiş bile değildir. Bu teknoloji öyle küçük ölçekte çalışmaktadır ki ancak yine üreticilerin laboratuarında bu etkilerin test edilebilmesi mümkün olabilir. Bu, adaletsiz bir kontrol demektir.
Yakın zamanda medya tarafından gündeme taşınan bitkisel ilaçlar da hazır paketlere girmiş ürünlerdir. Paketlendikleri malzemeler, paketleniş yöntemleri, kültür üretimi olmaları ve bolca vaatler vermeleri düşünülmesi gereken bazı noktalardır. Ancak bu ürünler yine de sentetik veya nano-teknolojik ürünler gibi de değildir. Kelime itibariyle de bir farklılık söz konusudur: bitkisel demek bitkilerden elde edilen demekse eğer hangi işlemlerden geçtiklerini de bilmemiz gerekmektedir. Tabi ki burada bitkileri bu ürünlerden ayrı olarak düşündüğümü belirtmek isterim. Her bir bitkinin ciddi maksatlarla ve faydalarla yaratıldığına inanıyorum. Bunları bilip öğrenmemiş olmak bizim eksikliğimizdir. Bitkilerin kendilerini, herhangi bir sanayi işlemden geçirmeden kullanmak insanlık tarihi boyunca kullanılmış güvenilir bir yöntem olarak görülmelidir.
Yine modern tıbbın babası Hipokrat bu konuda önemli bir kaideyi ortaya koyuyor: “Gıdalarınız ilaçlarınız; ilaçlarınız gıdalarınız olsun.” Ben henüz bir avuç kalp hapıyla kahvaltı yapan bir bey amcaya rastlamadım.

Modern hayatın insan beden ve ruh sağlığı üzerindeki etkisinden bahseder misiniz?

Modern hayat nedense şehirlere hapsetme eğilimindeyiz. Ancak ziyaret ettiğimiz birçok köyde farklı yoğunluklarda modern hayat tarzının yer ettiğini görebiliyoruz. İnsanların beklentileri, sahip olmak istedikleri, uzun vadeli planları gibi yeni meseleleri var. Modern hayat bizi yanındakine hatta kendine bakmadan sürekli koşturmaya, acele etmeye, harcamaya, harcamak için daha çok kazanmaya ve uzun emeller sahibi olmaya zorluyor. Herhangi bir şey aldığımızda, o daha eskimeden yenisine bakar hale geliyoruz. Önceleri lüks olan her şey artık ihtiyaç listesine, hatta zorunlular sınıfına alınıyor. Mutluluk kavramı en önemli kavram halini alıyor. Mutlu olmak için daha çok kazanmak, daha çok kazanmak için daha çok çalışmak ve bunun için daha çok yükselmek zorunda hissediyoruz. Bütün bunları başardığınızda da ancak nefsanî bir mutluluğa ulaşmış oluyorsunuz.
Birçoğumuzun elleriyle yapabildiği gerçek işleri bile kalmamış durumda. Yani örneğin yarın tüm bilişim sistemleri sadece bir saat çökse tüm dünya bir karmaşaya sürüklenebilir; belki yüz binlerce kişi yapacak gerçek bir iş bulamaz. Bu yüzden bence herkes bir peygamber mesleği edinmeye çalışmalıdır.
Modern hayatın 2. Dünya savaşından sonra dünyaya verdiği yeni şekil gerçek mutluluğun yaşanabileceği sade, huzurlu, ölçülü, düzgün, uyumlu ve sakin yaşam tarzının üzerine bir örtü çekmiştir. Nasıl olursa olsun cepheye yetişmek insanın birçok değerli vasfını yitirmesine, kendine gerçekten değerli amaçlar bulamamasına sebep olmuş gözüküyor.
Gerçek mutluluk ve başarı bu karmaşa içinde değil, ancak doğru fikir ve davranışlarla olur. Modern insan da ancak Allah’ı anmakla mutlu olur. Şimdi ve her çağda ruh sağlığının temel kaidesi bu olmuştur.
Modern hayat ve getirdikleri bedenlerimize de elbette büyük zararlar vermektedir. Cepheye nasıl olursa olsun gitme anlayışı hastalık tedavisinde de kendini göstermiştir. Ağrının kesilmesini yeterli görmek elbette bir tedavi olamaz.
Hızlı yaşam tarzı daha hızlı beslenmeyi, gıdalara daha hızlı ulaşmayı ve üretmeyi mümkün kılan; ürünlerin bozulmadan nakliye edilmesi, çokça üretilmesi ve raflarda uzun süre durabilmesini sağlayan katkıların ve koruyucuların üretilmesine sebep olmuştur. Birçok katkı maddesi ile hastalıklar arasındaki ilişki çok geniş bir araştırma konusudur. Bu alandan çıkan sonuçlar hiç de iç açıcı değildir.

Dünyada Sade Hayat benzeri pek çok çıkış söz konusu, bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dünyanın birçok yerinde karmaşık modern hayat anlamsız ve yorucu geldiği için basit ve sade hayatı seçen insanlar var. Bu sadeliği anlaşılması kolay, yaşanabilir, zararsız ve sağlıklı olduğu için tercih ediyorlar. Birçok batılı insan böylelikle kendilerine daha yaşanabilir alanlar, ortak eko-köyler, kendilerinin ekip biçtiği ufak tarlalar ediniyor. Tüm bunlar insan fıtratına aykırı ilerleyen bir sisteminden kaçış girişimleri. Yapılan birçok faaliyet toplumlar için gayet faydalı. Bu bakımdan önemli. Hatta bazı akımlar dini gelişim eğitimleri de içeriyor. Böylelikle toplumda ahlakî değerlerin korunması ve aktarılmasında da faydalı oluyorlar. Tüm toplumun huzuru için yeni girişimler ortaya çıkıyor.
Yurtdışında bu çıkışlar temellerini yaklaşık 200 yıldır konuşulan meselelere dayandırıyorlar.Bu hareketlerin birçoğu özellikle bulundukları toplumlara farklı bakış açısı kazandırabiliyor. Bu açıdan dikkate değer hareketler.

Sade Hayat projesi içinde yaşanmış tedavi öykülerinden örnekler verebilir misiniz?

Bu şekilde tedavi olmuş ve –Allah’ın izniyle- şifa bulmuş insanlar o kadar çok ki bunun için başka bir yazı yazmak gerekir. Burada bildiğim her hikâyenin hakkını vererek yazacak yerimiz olmadığından bunları başka bir zamana almayı öneriyorum.

Gen teknolojisinin bitkiler, hayvanlar ve şimdi de insanlar üzerindeki uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsan önce en küçük mikroorganizmanın yaratılışını değiştirme fikrini kabul etti. O küçük canlıya yaptığı zulme razı olunca bitkiye, sonra hayvana yapılanları hoş gördü. Sonunda da bütün bu yaptıkları kendi türünün başına geldi.
Gen teknolojileri deneyleri eski sayılamayacak kadar yakın bir tarihe sahip. Ancak bu kadar kısa süre olmasına rağmen etkileri gerçekten çok derinde görülüyor. Gen teknolojilerinin uygulanma amaçları tutarlı değil. Örneğin tarımda Genetik Mühendisliğin (GM) kullanılmasına dayanak olarak gösterilen tezlerden biri dünya nüfusunun fazla olması; dünyanın ise bu nüfusa yetecek gıdayı üretemeyecek olması olarak gösteriliyor. Aklı başında herkes bilir ki dünyada eşit bir gelir ve kaynak dağılımı söz konusu değildir. Dolayısıyla dünya kaynaklarını tüketen gelişmiş ülkeler bu kaynakları ihtiyacı olan ülkelerle paylaşmaya hiç yanaşmamaktayken ve hatta daha fazlasını almak istemekteyken böyle bir yönteme başvurmak akıllıca gözükmüyor.
Ayrıca bizler rızık endişesi hakkında çokça uyarılmaktayız. Ayet-i kerimede rızkın tayin edildiği, Allah’ın kulunun rızkına kefil olduğu bildirilir. Bu açıdan konuyu değerlendirince bizim için böyle bir sebep kalmamaktadır. Zira bizler dünya nüfusunun rakamı ne olursa olsun kendi rızıklarıyla yaratıldıklarına ve buna ulaşmak için gayret etmelerinin yeterli olduğuna inanıyoruz.
Nisa suresi 118-119. ayetlerde açıkça işaret edilen bu müdahaleler kesinlikle kabul edilemez.
Teknik olarak genetik müdahalelerin organizmaya verdiği derin zarar bazen uzun zaman sonra, bazen de başka maddelerin sinerjik etkileriyle ortaya çıktıkları kaydediliyor. Günümüzde mutasyona bağlı, sebebi bilinmeyen hastalıkların kökeninde bu ürünleri aramaya başlamak akıllıca olacaktır. Çünkü son yıllarda artış gösteren bu hastalıklar ve üretilen Genetik Mühendislik (GM) ürünleri benzer yükselişe sahiptir.
Genetik mühendislikle üretilen tarım ürünleri, aşılar ve aromalar gibi ürünlerin etkileri elbette yine ileri teknoloji gerektiren laboratuarlarda gözlemlenebilecektir. İnsanoğlunun elindeki görüntüleme ve teşhis imkânlarının hâlâ yetersiz olduğu düşünülürse ve bu laboratuarlardan en büyüklerinin üretici şirketlere ait olduğu göz önünde bulundurulursa önümüzdeki dönemde insanlığın başını en çok ağrıtacak gelişmelerin bir çoğunun bu alanlardan ortaya çıkacağı söylenebilir.
Tüm bu teknolojiler olup biterken doğal, fıtrî ve temiz olanı korumak ve desteklemek insanoğlunun geleceği için daha önemli hale gelmektedir. Temiz ve yaratılışa uygun olanı korumak önümüzdeki zamanlarda artık bir tercih olmaktan çıkacaktır.

NO COMMENTS

Exit mobile version