(Sadehayat.com)
Hayat ve ölüm iki kadim mesele. Ama “Sonsuza dek yaşayabilirmiyiz?” sorusunun çok modern bir tınısı var. Çünkü tıp teknolojisinin yeni icatları, bu sorudaki ümidi besliyor. Hayata ve ölüme dair anlayışımız da değişiyor. Artık “ölüm hakkı”ndan, “yaşama hakkı”ndan bahsediyoruz. Hâlbuki ölmek ya da yaşamak bir kaderdir, bir kaçınılmazlıktır. Bütün kadim anlayışlarda bu böyledir. Günümüzde biyoteknoloji hayatın ve ölümün sınırlarında geziniyor. Bu kaçınılmazlıkları aşma hırsıyla. O yüzden hem “ölümde iyi”yi [ötenazi] hem de “doğumda iyi”yi [öjenik]tartışıyoruz.
On dokuzuncu yüzyılda evrimci biyoloji, insan-hayvan arasındaki farkı ortadan kaldırmıştı. Günümüzdeyse biyo-teknik ve gen mühendisliği makine-insan arasındaki sınırı belirsiz hale getirdi. Biyonikler, yapay zekâ, genetik kopyalama gibi metotlar nedeniyle artık insanın sınırları tartışmalı hale geldi.
Eğer insanın bir kutsiyeti ve doğası yoksa, onu biteviye değiştirmemize, yapay organlarla takviye etmemize, embriyoya müdahale ederek üstün nitelikli insan ya da insan-hayvan-makine arası bir varlık inşa etmemize ne engel olabilir? Bilim kendi amacını tayin edebilir mi? “Bilimsel” tavır, ölü bedenlere ya da embriyolara sadece birer hücre yığınıymışçasına muamele edilmesini meşrulaştırabilir mi? Nazife Şişman, kader ile tasarım arasında salınan “yeni insan”ı bu sorular eşliğinde tartışmaya açıyor.